anani kanguru gibi ziplatip sikiyorum

Oluç: Kürtlerin kendi kimlikleriyle politika yapma hakkını yok etmek istiyorsunuz

HDP Grup Başkanvekili Saruhan Oluç, "Siz Kürtlerin kendi kimlikleriyle politika yapma hakkını yok etmek istiyorsunuz. Kabullenemediğiniz durum bu işte. Sorunlar bitmediği için cezaevindeler, çözümsüzlükte ısrar eden iktidar ve devlet yapısının varlığı nedeniyle cezaevindeler, onlar da direniyor. Hepsi baş tacımızdır, onurumuzdur."
 Tarih: 03-03-2022 12:41:28
Oluç: Kürtlerin kendi kimlikleriyle politika yapma hakkını yok etmek istiyorsunuz

HDP Grup Başkanvekili Saruhan Oluç, Diyarbakır Milletvekili Semra Güzel’in dokunulmazlığının kaldırılmasına ilişkin TBMM Genel Kurulunda açıklama yaptı.

Oluç'un açıklamaları şu şekilde:

"Bugün bu kürsüde bir vekilimizin, Semra Güzel'in dokunulmazlığının kaldırılması nedeniyle 305 ve 306 sıra sayılı Anayasa ve Adalet Komisyonları Raporları hakkında konuşmak benim açımdan son derece üzücü; öncelikle onu belirtmek istiyorum. Keşke dokunulmazlığın kaldırılması gibi konuları değil de Türkiye'nin temel sorunu olan Kürt sorununun demokratik ve barışçı çözüm yollarını konuşuyor olsaydık, "Mecliste, bu sorunu nasıl çözeriz?"i birlikte düşünüyor olsaydık. Konuşmamda elbette bu sorunun yani Kürt meselesinin tarihsel, toplumsal ve siyasal sebeplerine de kısaca değineceğim ve elbette bazı sonuçlar üzerine de konuşacağım ama en başından şunu belirteyim ki: Sebepleri ortadan kaldırma yönünde kararlı ve köklü adımlar atılmadan sadece sonuçlara odaklanmak hem yetersiz hem de yanıltıcıdır ve ne yazık ki ülkemizde sonuçlara odaklanıldığı için meselenin çözümüne ilişkin tutarlı ve köklü adımlar atılamamaktır. "Kürt meselesi nedir?" diye soranlara ve bu meseleyi çözdüğünü iddia edenlere bugün bu bağlamda bazı cevaplar vereceğim.

Değişmeyen bir zihniyetin yarattığı sorunları yaşıyoruz

Bugün 1 Mart ve dokunulmazlık dosyasını konuşuyoruz. Bugünü öyle 2 tarihsel olay arasına denk getirdiniz ki bravo. Önce, konuşmanın girişinde, bu 2 tarihsel olayı hatırlamak ve hatırlatmak istiyorum. Bugün 1 Mart yani 2 Mart 1994'ten yirmi sekiz yıl sonra, o günkü siyasi darbenin yıl dönümünde yine bir dokunulmazlık dosyasıyla karşı karşıyayız yani aslında yirmi sekiz yıl sonra benzer bir tablo ve aynı sorun. Yirmi sekiz yıldır değişmeyen bir zihniyetin yarattığı sorunları yaşıyoruz. Yirmi sekiz yıl önce Tansu Çiller Başbakandı, bugün Tansu Çiller Cumhur İttifakı'nın, sarayın yakın çalışma arkadaşlarından, Cumhur İttifakı'nın, iktidarın müttefiki, zaman zaman akıl hocalığı da yapıyor artık hangi akıl ve nasıl bir hocalık sorularına girmiyorum, o kişiyi tarihin çöp sepetinden çıkarıp da akıl almaya kalkışanlar bunu düşünmelidir.

Elbette sorun yirmi sekiz yıllık değil, yüz yıllık bir sorundan söz ediyoruz. Yirmi sekiz yıl sonra, 2 Mart'ın yıl dönümünde bir kez daha söyleyelim ki meselenin önemli bir yanı, Kürt halkının siyasi temsilcilerine tahammülsüzlüktür, kabul edememe hâlidir. Kürt siyasi temsilini demokratik siyasetten tasfiye etme, yok etme çabası aynen sürmektedir, hem de kesintisiz bir biçimde. Hatırlatayım: DEP milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılmasından on gün önce dönemin Genelkurmay Başkanı "tak-şak" Doğan Güreş "Eşkıyayı Bekaa'da aramaya gerek yok, maalesef bunların bir kısmı yüce Meclis'in çatısı altındadır." diyerek DEP'lileri hedef gösterdi. Dönemin Başbakanı Tansu Çiller de 2 Mart 1994 yılında partisinin grup toplantısında işaret verdi, "Meclis'te bir gölge vardır, bunu Meclis'in üzerinden kaldırmakla yükümlüyüz." dedi, hemen ardından 6 DEP milletvekilinin ve 1 bağımsız milletvekilinin dokunulmazlığı kaldırıldı. Dokunulmazlıkları kaldırılan milletvekilleri daha sonra Ulucanlar Cezaevine gönderildi.

2 Mart 1994'te dokunulmazlıklar konusunda Meclis tarihî bir gün yaşadı, DEP Genel Başkanı ve Diyarbakır Milletvekili Hatip Dicle, Şırnak Milletvekili Orhan Doğan, Muş Milletvekili Sırrı Sakik, Diyarbakır Milletvekili Leyla Zana, Mardin Milletvekili Ahmet Türk ve Şırnak Bağımsız Milletvekili Mahmut Alinak'ın dokunulmazlıkları Meclis Genel Kurulunda kaldırıldı. Dokunulmazlıkların kaldırılmasına dayanak oluşturan, Ankara DGM Başsavcılığı iddianamesinde sanıklar vatan hainliğiyle suçlanıyordu, DEP milletvekilleri daha sonra on yıl cezaevinde yattılar. DEP'lilerin dokunulmazlıklarının kaldırılması Parlamento tarihine "2 Mart darbesi" olarak geçti.

Bu tür adımlar çözümsüzlük adımlardır

Bir sivil polisin Meclis'te Orhan Doğan'ı başından tutarak polis otomobiline bindirmesini gösteren o meşum sahneyse bu olayın sembolü olarak Kürt halkının zihinlerine kazındı ve asla unutulmadı, unutulmayacak da. DEP'lilerin dokunulmazlıklarının kaldırılması, yargılanması ve aldıkları ağır hapis cezasıı dünya çapında geniş yankı uyandırdı ve bu olay Türkiye'nin başını hep ağrıttı. Yirmi sekiz yıl önce DEP milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılması ve onların yargılanarak cezaevine atılmasıyla bu meseleyi çözdük zannına kapılanlar hâlen anlamadılar ki bu tür adımlar çözüm değil çözümsüzlük adımlarıdır.

Kürtlerin kendi kimlikleriyle politika yapma hakkını yok etmek istiyorsunuz

Ne o dönemde bedel ödemiş olanlar ne de bugün ödemekte olanlar, direnmekten ve özgürlük, eşitlik, demokrasi, barış ve adalet mücadelesinden vazgeçmediler. Orhan Doğan rahmetli oldu ama diğerleri mücadeleyi sürdürüyor. Cezaevine atmakla tarihsel, toplumsal ve siyasal bir sorun çözülmüş olmuyor. Bugün de birçok cezaevinde seçilmiş milletvekillerimiz, belediye eş başkanlarımız bulunuyor, siyasi rehin olarak tutuluyorlar. Peki, sorun ortadan kalktı mı? Hayır, o gün de bugün de siz Kürtlerin kendi kimlikleriyle politika yapma hakkını yok etmek istiyorsunuz. Kabullenemediğiniz durum bu işte. Sorunlar bitmediği için cezaevindeler, çözümsüzlükte ısrar eden iktidar ve devlet yapısının varlığı nedeniyle cezaevindeler, onlar da direniyor. Hepsi baş tacımızdır, onurumuzdur. Buradan hepsine sevgi ve saygılarımızı gönderiyorum.

Kürt sorunu budur işte. "Nedir?" diye soranlara söylüyorum: Kürt sorunu budur işte. Kürt halkının siyasi temsilcilerine düşmanca davranma tutumu bitmiş midir? Hayır, bugün yine aynı noktadayız.

Dolmabahçe Mutabakatı

Gelelim ikinci tarihsel olaya. Dün, 28 Şubat idi. Yedi yıl öncesini hatırlıyoruz, 28 Şubat 2015'i; Dolmabahçe'de yapılan ortak açıklamanın yıl dönümü. Bakın, size o gün yapılmış olan açıklamalardan bazı noktaları okuyacağım. Yer, Dolmabahçe Sarayı; konuşan, Sırrı Süreyya Önder o dönem Grup İdare Amirimiz. Şöyle diyor Sırrı Süreyya Önder: "Uzun bir sürecin önemli bir aşamasına geldik. Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşundan bugüne kadar süregelen demokratikleşme sorunları ve son otuz yılda 40 binden fazla insanın, insanımızın yaşamına mal olan Kürt meselesinin çözümüyle ilgili yürütülen çözüm süreci çalışmalarında tarihî bir karar sürecinin eşiğinde bulunmaktayız.

Başlangıcından bugüne bu sorun, devletin dönüşümüyle ilişkilidir. Bugüne kadarki egemen devlet zihniyeti bu meseleyi salt iktidarlaşma aracı olarak düşünmüş ve kör şiddetin kurbanı hâline getirmekten çekinmemiştir. Dolayısıyla, çözümün barış ve evrensel demokrasiyle bağı sağlıklı kurulmadıkça kurmaya çalıştığımız demokratik barışın devlet ve toplum yapısında haktan, adaletten ve eşitlikten yana bir dönüşüm sağlaması düşünülemez. Bu itibarla, süreç, cumhuriyet tarihi boyunca varlıkları yadsınan ve dışlanan tüm unsurların özgür ve eşitçe tanınması ve yeni norm sisteminde kendileri olarak yer almalarıyla gelişmek durumundadır.

Tarihin bizlere yüklediği büyük sorumluluk, çözümün de çözümsüzlüğün de salt bizim toplumlarımızla ilgili olmayıp tüm bölgeyi hatta dünyayı etkileyen muhtevası olmasıdır. Dolayısıyla, bölgenin yüzyıllık dengeleri altüst olurken küresel ve bölgesel zorbalıkların yol açtığı algısal ve iradesel yaklaşımlar evrensel insani değerler ölçüsünce geliştirilerek aşılmalıdır. Muhtevası gereği çok hareketli ve dinamik bölgesel koşullar göz önüne alındığında sürece de dinamik bir yaklaşım gereklidir. Bütün bu belirlemelerin ışığında zaman zaman aksamalar ve kırılmalarla yürütülen diyalog süreci resmî, ciddi ve sorumlu bir aşamaya gelmiş bulunmaktadır." ve devam ediyor: "Süreçte gelinen aşamaya ilişkin Öcalan'ın temel belirlemesi de şudur: 'Bu otuz yıllık çatışma sürecini kalıcı barışa götürürken demokratik bir çözüme ulaşmak temel hedefimizdir. Asgari müştereğin sağlandığı ilkelerde silahlı mücadeleyi bırakma temelinde stratejik ve tarihî kararı vermek için PKK'yi bahar aylarında olağanüstü kongreyi toplamaya davet ediyorum.' Bu davet silahlı mücadelenin yerini demokratik siyasetin almasına yönelik tarihî bir niyet beyanıdır. Hem gerçek bir demokrasinin hem de büyük barışımızın temel omurgasını teşkil edecek olan olgusal başlıklarımız şunlardır..." der ve Dolmabahçe Mutabakatının 10 maddesini sıralar:

Madde 1) Demokratik siyaset tanımı ve içeriği.

Madde 2) Demokratik çözümün ulusal ve yerel boyutlarının tanımlanması.

Madde 3) Özgür vatandaşlığın yasal ve demokratik güvenceleri.

Madde 4) Demokratik siyasetin devlet ve toplumla ilişkisi ve bunun kurumsallaşmasına dönük başlıklar.

Madde 5) Çözüm sürecinin sosyoekonomik boyutları.

Madde 6) Çözüm sürecinde demokrasi-güvenlik ilişkisinin kamu düzenini ve özgürlükleri koruyacak şekilde ele alınması.

Madde 7) Kadın, kültür ve ekolojik sorunların yasal çözümleri ve güvenceleri.

Madde 8) "Kimlik" kavramı, tanımı ve tanınmasına dönük çoğulcu demokratik anlayışın geliştirilmesi.

Madde 9) Demokratik cumhuriyet, ortak vatan ve milletin demokratik ölçütlerle tanımlanması, çoğulcu demokratik sistem içerisinde yasal ve anayasal güvencelere kavuşturulması.

Madde 10) Bütün bu demokratik hamle ve dönüşümleri içselleştirmeyi hedefleyen yeni bir anayasa."

İşte Dolmabahçe Mutabakatının 10 maddesi bunlar. Ve devam eder Sırrı Süreyya Önder, der ki: "Tüm bu hususlarda beklenen tarihî gelişmelerin hayata geçebilmesi için tahkim edilmiş bir çatışmasızlığın elzem olduğuna şüphe yoktur. Biz de HDP heyeti olarak tüm demokratik çevreleri ve barıştan yana olan kesimleri gelinen bu demokratik müzakere ve çözüm aşamasına güç katmaya davet ediyoruz. Barışa her zamankinden çok daha yakın olduğumuzu bilerek emek veren ve verecek olan bütün demokrasi güçlerini selamlıyoruz. Hayırlı uğurlu olsun." Biter.

Başka kim konuşur orada, Dolmabahçe Sarayı'nda? Hükûmet temsilcisi. Kim? Başbakan yardımcısı. Kim? Yalçın Akdoğan, sizin şimdi milletvekiliniz.

Yalçın Akdoğan o konuşmasında der ki: "Çözüm sürecinde önemli bir aşamaya gelmiş bulunuyoruz. HDP heyeti dün İmralı'ya giderek görüşme gerçekleştirdi. Biz de Sayın Başbakanımızın başkanlığında çözüm süreci kurulunda gelinen aşamayı tüm boyutlarıyla kapsamlı bir şekilde ele almıştık. Silahların bırakılmasına yönelik çalışmaların hız kazanması, tam anlamıyla bir eylemsizliğin hayata geçmesi ve demokratik siyasetin bir yöntem olarak öne çıkartılması konusundaki açıklamayı önemli görüyoruz. AK Parti iktidarı olarak 'On iki yıldır akan kan dursun, analar ağlamasın.' diyerek sessiz devrim niteliğinde adımlar attık, her türlü sorunun çözüm yeri olarak siyaset kurumunu gördük. Demokrasimiz sorunları konuşabilecek, tartışabilecek, çözüm yoluna koyabilecek imkân ve kabiliyete ulaşmıştır. Demokrasimizin daha ileri noktalara ulaşması için bütün toplum kesimlerinin, siyasi partilerin, sivil toplum kuruluşlarının el birliğiyle gayret göstermesi gerektiği de açıktır. Silahların devre dışı kalması demokratik gelişime hız katacaktır." Bir kısım konu başlıkları uzun yıllardır konuşuluyor, tartışılıyor, 10 maddeden bahsediyor, İmralı'da iki buçuk yıldır Sayın Öcalan'la yapılan konuşmalardan bahsediyor, bundan sonra da devam ediyor: "Özgüven içinde tartışmaktan konuşmaktan geri durmamamız gerekiyor. Aslında, gök kubbe altında konuşulmadık bir şey kalmadı." diyor Yalçın Akdoğan. "Demokrasilerde halkın desteğini alan görüşler, düşünceler ve politikalar değer kazanır. Biz de milletimizin hayır duası ve desteğiyle süreci nihai sonuca ulaştırmakta kararlıyız. Yeni anayasayı, birçok köklü ve kronik sorunun çözümünde önemli bir fırsat olarak görüyoruz. Sayın Cumhurbaşkanımızın da dediği gibi, uygulama önem taşıyor. Sürecin ete kemiğe bürünmesi, somut gelişmelerin yaşanması önemlidir. Bu çerçevede, iyi niyetli, samimiyetli ve kararlı bir şekilde sürece sahip çıkılması, tüm kesimlerin katkıda bulunmak için taşın altına elini koyması zorlukları kolaylaştıracaktır. Sorunlara demokratik çözümler bulmak, bölen ve ayrıştıran değil, birleştiren ve güçlendiren bir etki yapmaktadır. Temel hak ve özgürlükleri daha da geliştirmek, hakça ve kardeşçe bir ortam hazırlamak ancak bütünlüğe katkı sağlar, vatandaşlarımızın aidiyet duygusunu daha da geliştirir. Temel sorunlarını geride bırakan Türkiye, küresel ve bölgesel bir güç hâline gelecektir.

Çözüm sürecinin zor, meşakkatli, akşamdan sabaha bitmeyecek bir süreç olduğunu biliyoruz ancak samimiyet, cesaret ve kararlılıkla sonuca ulaşacağımıza da inanıyoruz." Konuşan, Yalçın Akdoğan, şimdiki Adalet ve Kalkınma Partisi Milletvekili aynı zamanda.

Silahların tümüyle devre dışı kalmasının ilk defa bu denli ciddi bir olasılığı vardı

Hatırladınız mı? 28 Şubatta Dolmabahçe'de konuşulanlar bunlardı, 28 Şubat 2015 yani bundan yedi sene önce. Soruyorum şimdi Adalet ve Kalkınma Partisi Grubuna: Bu sözü edilen 10 maddeye hanginiz itiraz ediyordu, bunların konuşulmasına hanginiz "hayır" diyordu? Hiçbiriniz. İki buçuk yıla yakın bir çabanın sonunda bu noktaya gelinmişti, 28 Şubata. Peki, neden bundan vazgeçildi, neden her şey yıkıldı, neden demokratik ve barışçı bir çözümün eşiğinden dönüldü? Özellikle kırk yılı aşkın bir süredir devam eden çatışmalı dönemde daha önceleri birçok kez denenmesine rağmen başarılamayan, silahların tümüyle devre dışı kalmasının ilk defa bu denli ciddi bir olasılık olarak ele alınmasının yolları açılmıştı.

10 maddeden oluşan bu metinde, cumhuriyetin katılımcı ve çoğulcu bir demokrasiyle buluşup bütünleşmesi kapsamında yapılması gerekenler, başlıklar hâlinde belirtilerek demokratik siyaset kurumunun izleyeceği yöntemlere işaret edilmişti. Bu kapsamda, demokratik siyasetin toplum ve devletle olan ilişkisinden toplumun sosyoekonomik sorunlarına, demokrasinin kamu güvenliğiyle olan ilişkisinden kadın, kültür, ekoloji alanlarında yaşanan sorunlara ve bir bütün olarak çoğulcu demokrasi anlayışına uygun biçimde hazırlanmış yeni bir anayasaya duyulan ihtiyaca dikkat çekilerek siyaset kurumunun tüm bu sorunlardaki çözümleyici gücüne atıfta bulunulmuştu.

Anılan dönemin yazılı ve görsel medya mecralarında bu konuya dair yapılan haber ve yorumlara bakıldığında da görüleceği gibi, bu metin, İmralı Adası'nda Abdullah Öcalan'la devlet heyeti arasında varılan bir mutabakatın sonucunda hazırlanarak kamuoyuna duyurulmuştur. Dolmabahçe Mutabakatının duyurulmasıyla birlikte kamuoyu ve taraflar nezdinde sürecin önemli bir aşamaya geldiği yönünde yaygın ve güçlü bir kanaat ortaya çıkmıştır.

Örneğin açıklama yapıldıktan sonra, birkaç saat sonraki bir konuşmasında Cumhurbaşkanı Erdoğan -yani Adalet ve Kalkınma Partisinin Genel Başkanı, sizin Başkanınızdan bahsediyorum- sürecin devamı hâlinde PKK'nin Türkiye'de silahlı mücadeleye son vermesi için Öcalan tarafından çağrı yapılacak olmasını kastederek demişti ki: "Hasretle beklediğimiz bir çağrı oldu. "Hasretle beklediğimiz bir çağrı oldu." Yine, Başbakan Davutoğlu -o zamanki- sürecin yeni bir aşamaya girmiş bulunduğunu, silah dilinin sona ererek demokratik yaşama geçileceğini belirtmişti. Her ne kadar ilerleyen zamanlarda Cumhurbaşkanı farklı gerekçelerle "Doğru bulmuyorum, ortada bir mutabakat yok, tanımıyorum." ve benzeri ifadelerle reddetmiş olsa da yukarıda görevlerini belirttiğimiz toplantı katılımcılarının temsil ettikleri kurumlara bakıldığında görülebileceği gibi esasen bu toplantı kamusal bir görev ve faaliyet olarak en üst düzeyde birlikte planlanmış ve gerçekleştirilmişti. Bu sürecin yürütülmesi esnasında yapılan bütün temaslar, girişimler ve görüşmeler devletin ve Hükûmetin ilgili kurumlarının bilgisi ve onayı dâhilinde gerçekleştirilmiştir. Çok açık, net, tartışmasızdır bir durum. Yine belirtilen dönemin açık medya kaynaklarına da bakıldığında görülebileceği gibi Dolmabahçe Mutabakatının uygulanması durumunda o günlerde bu çalışmada yer alacak kimi isimlerin konuşulmaya başlandığı, bir çözüm süreci izleme komisyonu ve ardından bu komisyona Parlamento üyelerinin eklenmesiyle oluşacak hakikat ve yüzleşme komisyonu gibi kurulların oluşturulmasıyla sürecin ilerlemesi de planlanmıştı. Dolmabahçe Mutabakatında sonra çözüm sürecinin kalıcı barış sürecine evrilmesi için izlenecek yol haritası da belirlenmişti. Öncelikle İmralı'ya isimleri dahi net bir şekilde belirlenmiş olan izleme heyeti gidecek ve bu heyet huzurunda derinlikli müzakere sürecine geçiş başlamış sayılacaktı.

Kürt meselesinde Türkiye tarihinin en ayrıntılı ve uzun müzakerelerini içeren bu süreç tarihteki yerini aldı

Bundan sonra Sayın Öcalan PKK'ye Türkiye'ye karşı silahların bırakılması için tarihi belirlenmiş, gündemli bir silahsızlanma kongresi çağrısı yapacaktı. Sayılı günler kalmıştı ve önemli bir eşiğe gelinmişti. Çözüm sürecinin yaklaşan milletvekili genel seçimlerine kurban edilmemesi için hızlı davranılması gerekiyordu. Defalarca bu uyarıları yaptık ama bu uyarılara rağmen bu ciddiye alınmadı ve bugüne gelindi. İşte "Kürt sorunu nedir?" diye soruyorsunuz ya, Kürt sorunu budur, çözülmemiş olan Kürt sorunu Dolmabahçe Mutabakatının bu şekilde akamete uğramış olmasıdır. Peki neydi bu çözüm süreci ve nasıl 28 Şubata gelindi? Kısaca bunları da biraz hatırlatmak istiyorum: 2009 yılında "Oslo görüşmeleri" olarak bilinen görüşmelerin başarılı olamamasından dolayı 2012 yılına sonlarına doğru MİT Müsteşarının İmralı Adası'nda Abdullah Öcalan'la yaptığı görüşmelerle başlayan Kürt sorununda çözüm arayışları "çözüm süreci" olarak adlandırıldı. Kürt meselesinde Türkiye tarihinin en ayrıntılı ve uzun müzakerelerini içeren bu süreç, daha önce denenmiş olan diğer girişimlere oranla daha geniş ve kapsamlı bir süreç olarak tarihteki yerini aldı.

Süreç başladığı gibi, provokasyonların da ardı arkası hiç kesilmedi. Daha görüşmeler kamuoyuna yeni yeni duyuruluyorken Paris'te 3 Kürt kadın siyasetçi Ankara'yla bağlantılı bir kişi tarafından katledildi. Bu katliam, süreç boyunca kirli provokasyonların süreceğinin ilk işaretiydi. Bu provokasyonlardan biri de heyetimizle ilgili olandır. Son beş-altı yılda çokça dile getirilen milletvekillerinin Kandil'e gitmesi meselesi devlet ve hükûmetin bilgisi ve isteğiyle birçok defa gerçekleştiği hâlde, HDP-BDP heyeti kendi başına gidip gelmiş gibi lanse edildi. Fotoğraflar paylaşıldı, sosyal medyada siyasi ahlaktan yoksun linç kampanyaları zaman zaman İçişleri Bakanı ve İletişim Başkanlığı eliyle yürütüldü. Peki, gerçek ne? Bugünkü İçişleri Bakanlığını kastediyorum ha, o günkünü değil. Peki, gerçek neydi? Çözüm süreci boyunca İmralı Adası'na giden BDP-HDP milletvekili heyetleri Öcalan'la yürütülen müzakerelerin sonuçlarını devletin ve hükûmetin izni ve talebiyle örgüt yetkililerine iletmek üzere birçok kez Kandil'e gittiler. Zaman zaman Türkiye'de ortaya çıkan sorunlar vali, emniyet müdürü, askerî yetkililerden oluşan bürokratlar, hükûmet üyeleri ve örgütle görüşülerek çözüldü. Örneğin, 1 Mayıs 2014'de alıkonulan 2 uzman çavuşun benzer bir görüşme trafiğinden sonra HDP-BDP heyeti tarafından alınarak Lice Kaymakamlığına getirilip teslim edilmesi yaşanan bu örneklerden sadece biridir.

Kamuoyu araştırmaları, sürece ilişkin desteğin yüzde 75-80'lerde olduğunu gösteriyordu

Çözüm sürecinde yürütülen müzakereler sonucunda 25 Nisan 2013'te PKK bütün silahlı güçlerini Türkiye topraklarından Irak Kürdistan bölgesine çekeceğini resmî olarak duyurdu. Çözüm ve barış müzakereleri yürütülürken 15 Temmuz 2014'te Meclis'ten Cumhurbaşkanı onayına gönderilen çözüm süreciyle ilgili kanun, Terörün Sona Erdirilmesi ve Toplumsal Bütünleşmenin Güçlendirilmesine Dair Kanun adıyla Resmî Gazete'de yayımlanarak yasalaştı. Nisan 2014'te MİT Kanunu'nda değişiklik yapılarak görüşmeleri yürüten MİT mensuplarına yasal zırh getirildi. Süreç başladıktan sonra gazeteci, akademisyen, hukukçu, kanaat önderi, siyasetçi ve sanatçılardan oluşan Akil İnsanlar Heyeti oluşturuldu. Bu heyet Türkiye'yi gezerek çözüm sürecini anlatı. Türkiye'de bulunan aralarında sendika, meslek birliği, esnaf odası, dernekler gibi yapılardan oluşan yüzlerce STK çözüm sürecine desteklerini açıkladı ve çözüm sürecinin başarılı olması için çaba sarf etti. Kamuoyu araştırmaları, sürece ilişkin desteğin yüzde 75-80'lerde olduğunu gösteriyordu. Toplumda barış ve çözüm inancı yükselirken ateşkes açıklamaları ve röportajlar için onlarca gazeteci; Hükûmetin, bürokrasinin, devletin bilgisi dâhilinde kamp alanlarına gidip geliyordu. Çözüm ve barış inancıyla binlerce insan, çocuklarını görebilmek ve sarılmak için kamp alanlarına gittiler. Aileler çocukları barış içinde eve dönecekler diye inanılmaz bir umut beslediler ve çok sevindiler. Maalesef, bugün, o dönemde, çözüm adına yapılan ne varsa HDP ve Kürtlere suç sayıldı. Bu konuya tekrar döneceğim ama bir kez daha söyleyelim hani, "Kürt sorunu nedir?" diye soranlar var ya, Kürt sorunu, işte o dönemde, çözüm adına yapılan ne varsa HDP ve Kürtlere suç sayılmasıdır aynı zamanda.

Toplumdaki barışa olan özlem inanılmaz bir enerji ortaya çıkardı

Kürt yurttaşlar çözüm sürecinde akın akın çocuklarını, akrabalarını, sevdiklerini görmeye gittiler ve bu devletin bilgisi hatta desteğiyle gerçekleşti. Toplumdaki barışa olan özlem, inanılmaz bir enerji ortaya çıkardı. Bunu yaşamamış olanlar anlamakta zorlanabilir belki ama gerçek buydu. İşte, bugün, burada, dokunulmazlığının kaldırılmasını konuştuğumuz Semra Güzel'in hikâyesi de bu ortamda gelişti. Bir parantez açalım ve Semra Güzel konusuna girelim, sonra tekrar çözüm sürecine geri döneceğim.

Semra Güzel, Diyarbakır Milletvekilimiz, fotoğraflarının bazı medya organlarında yayınlanması ve bunun bir linç kampanyasına dönüştürülmesi üzerine yaptığı yazılı açıklamada, Semra Güzel'in açıklamasından aktarıyorum, şöyle dedi: "Hatırlarsak 2013 yılında mevcut iktidarın da taraf olduğu bir çözüm ve barış sürecinde silahlar susmuş, çatışmalar durmuştu. Bu süreçte taraflar arasında bir mutabakat oluşmuş, devlet yetkilileri ve çeşitli heyetler tarafından haberde bahsedilen bölgelere gidiş gelişler yaşanmıştı. Bunların hepsi mevcut iktidarın bilgisi ve onayı çerçevesinde gerçekleşmiş, Türkiye toplumu ve kamuoyu da buna tanıklık etmişti.

Söz konusu fotoğraflara gelince Volkan Bora'yla üniversite yıllarımda tanıştım ve bir süre arkadaş olarak görüştüm. Kendisiyle yaşadığımız duygusal yakınlık sonucunda, aileler arasında yaptığımız bir tören sonrasında sözlendik. Volkan Bora, gazetecilik yaparken 2009 sonlarında maruz kaldığı soruşturma ve davalar neticesinde yurt dışına gitmek zorunda kaldı. Ulaşmaya çalışmama rağmen 2014 yılına kadar kendisiyle hiçbir şekilde görüşemedik. 2013-2015 yılları arasında başlatılan çözüm ve barış sürecinin olumlu havası içerisinde çocuklarını, annelerini, babalarını ve sevdiklerini görmeye çalışan birçok kişi gibi ben de Volkan Bora'ya ulaşmaya çalıştım. Bahsi geçen bölgeye gittiğimde 2 kadın tarafından karşılandım. Bana güvenlik koşulları nedeniyle kendi kıyafetlerinden giymem gerektiği söylendi, bir süre bekledikten sonra orada olduğunu öğrendim ve görüştük. İşte, basına servis edilen fotoğraflar bu görüşmeye ait olan fotoğraflardır. Sadece benim değil, milyonlarca insanın geleceğe dair umutlandığı ve barışı arzuladığı bir süreçte bizatihi Hükûmetin karşı tarafla görüşmeler yaptığı göz önüne alınırsa bu fotoğrafların bugün hakkımda yürütülen karalamalara, kumpas girişimlerine ve suçlamalara dayanak yapılmaya çalışılması kabul edilemez. 2014 yılı içerisinde kamu alanında görev yapmaktaydım -biliyorsunuz kamu çalışanıydı, hekimdi- ve hiçbir siyasi partiye üyeliğim yoktu." der, Semra Güzel.

Bu yaptığı yazılı açıklamada yalnız kendisinin değil, milyonlarca insanın geleceğe umutla baktığı, barışı arzuladığı ve "çözüm süreci" olarak adlandırılan süreçte kamplara uzun süredir göremediği sözlüsünü ziyaret etmek için gittiğini açıkça ifade etti. Ortalama zekâya sahip her vatandaş ön yargılarından sıyrılarak bu resimlere, fotoğraflara baktığında gerçekten iki kişi arasındaki duygusal yakınlığı görecektir. Örgüt üyesi olmayan ancak farklı zamanlarda, farklı amaçlarla kampları ziyaret etmiş başkaca kişiler de olmuştur ve bu kişilerle ilgili hiçbir soruşturma başlatılmamıştır. Bu durum bugüne değin bir kişinin kamplara gitmesinin değil, gidiş amacına göre suç olarak nitelendirildiğini veya nitelendirilmediğini göstermektedir.

Örneğin, PKK'nin silahlı örgüt üyelerinin Türkiye sınırları dışına çekeceğini duyuracağı Nisan 2013'teki basın toplantısına Türkiye ve dünyadan yüzlerce gazeteci katılmıştır. BBC, Reuters, CNN, Al Jazeera, Associated Press gibi uluslararası medya kuruluşları ile Show TV, CNN Türk, Anadolu Ajansı gibi yerli kuruluşların temsilcileri gerçekleştirilen basın toplantısına katılmış öncesi ve sonrasında röportajlar yapmıştır. Bu medya kuruluşlarının hiçbir üyesi hakkında soruşturma başlatılmamış, ceza davası açılmamıştır.

Bu tarihten önce de sonra da yüzlerce gazeteci benzer ziyaretler gerçekleştirmiş ancak bu haberleri yapanlar hakkında da soruşturma başlatılmamış, ceza davası açılmamıştır ya da çok sayıda insan hakları örgütü üyesi, siyasetçi, gazeteci farklı tarihlerde alıkonulan asker, polis, köy korucusu veya sivilleri teslim almak için kamplara gitmiştir ancak bu insani girişimler de haklı ve doğru biçimde hiçbir soruşturmaya tabi tutulmamış, bu kişilerin cezalandırılması için davalar açılmamıştır. İnsan Hakları Derneğinin 9 Mayıs 2013 tarihinde yayımladığı bir rapor vardır ve bu geliş-gidişler teker teker sıralanmıştır o raporda. Bu rapora İnsan Hakları Derneğinin sitesinden istediğiniz an ulaşabilirsiniz.

Bir kimsenin kamplara gitmiş olması tek başına soruşturma konusu olamaz

Özetle bir kimsenin kamplara gitmiş olması tek başına soruşturma konusu olamaz, bu kamplara giden herkes örgüt üyesi olarak nitelendirilemez. Nitekim ne haber peşinde koşan gazeteciler ne de alıkonulmuş askerleri teslim almaya giden siyasetçiler ile insan hakları kuruluşlarının temsilcilerine üyelik suçlaması yöneltilmemiştir. Semra Güzel'in sözlüsünü ziyaret için ve çözüm sürecinde örgüt kamplarını ziyaret etmesinde esasen bu ziyaretlerden hiçbir farklılık yoktur, tamamen insanidir.

Tekrar çözüm sürecine dönecek olursak... Çözüm süreci neden önemliydi? Çünkü müzakere geleneği olmayan bir devletimiz ve toplumumuz var. Yakın tarihe baktığımızda tarihsel, toplumsal, siyasal sorunlarını konuşarak, diyalog içinde müzakere ederek, demokratik bir politik kültürü geliştirerek çözme alışkanlığı ve devlet geleneğinden bahsetmek neredeyse mümkün değildir. Aynı şekilde toplumda da böyle bir alışkanlık ve gelenek yoktur. Müzakereci bir demokrasi anlayışı yerleşik olmadığı için daha çok çatışmacı anlayışlar ağır basar ve sorunlar tıkanma noktasında şiddete, zora, hukuksuzluğa başvurularak aşılmaya çalışılır. Türkiye'nin geleneği budur.

İşte tüm bu olumsuzluklara rağmen çözüm süreci toplumsal ve siyasal bir denemeydi ve önemli adımlar atılmıştı. Kürt sorununda ilk kez bu kadar kapsamlı bir diyalog ve görüşme süreci yaşandı, sorunları konuşarak aşma konusunda bir duruş sergilendi ama maalesef sonuçlandırılamadı. Yasal düzenlemelerin gereken hızda ve içerikte yapılmaması, güven artırıcı adımlar yerine güven yıkıcı girişimlerin art arda yaşanması, çözüm sürecinin yasal zemine oturtulması konusunda Hükûmetin sorunu çözmekten uzak ve içi boş, yavaş adımlarla ilerlemesi, süreç boyunca toplumun rahatlaması için yapılması gereken kapsamlı düzenlemeler yerine kısmi demokratikleşme paketleriyle yasal düzenlemeler yapılması, cezaevlerindeki hasta mahkûmların defalarca konuşulmuş ve söz verilmiş olmasına rağmen bir türlü bırakılmaması ve daha sayılabilecek çok şey aslında bu sürecin gelişmesine zarar verdi.

Elbette, tümüyle yanlış Suriye politikaları, bu sürecin başarısızlıkla sonuçlanmasının önemli nedenlerinden biri oldu. Şimdi geriye baktığımızda, bunu çok net olarak bir kez daha görebiliyoruz. Suriye'deki iç savaşa boylu boyunca dalan bir iktidar, mezhep çatışmalarının boylu boyunca parçası olan bir iktidar, Kürt düşmanlığını Suriye zeminine taşımış olan bir iktidar, yeter ki Suriye'de Kürtler, orada yaşayan Kürtler herhangi bir statü kazanmasın, herhangi bir hak elde etmesin diye Suriye'deki her türlü çete örgütüyle iş birliği yapan bir iktidar... Eh, bütün bunların çözüm süreciyle birlikte yürümesi, elbette mümkün değildi.

Ya AKP iktidarı ya kaos iklimi yaratıldı ve çok acı laflar da duyduk. "HDP bundan sonra çözüm sürecinin ancak filmini yapar" cümlesini bile bu iktidarın mensuplarından biri sarf etti. "O yoksa çözüm süreci de yok" diyen fırsatçı bir anlayış, halkın barış ve çözüm iradesini hiçe saydı.

Sonra yaşananları kısaca hatırlatalım, bunları hep konuşuyoruz, sizler de hatırlıyorsunuz. 18 Mayısta -2015'den bahsediyorum- HDP Adana ve Mersin il binalarına eş zamanlı bombalı saldırılar düzenlendi "IŞİD" dendi. Arkasında kim vardı? 5 Haziran, HDP'nin Diyarbakır İstasyon Meydanı'nda gerçekleştirdiği ve yüzbinlerce insanın katıldığı mitinge bombalı saldırı düzenlendi; 5 kişi yaşamını yitirdi, yüzlerce kişi yaralandı. "IŞİD" dedik, arkasında kim vardı? 7 Haziran seçimlerinde HDP, 80 milletvekiliyle Parlamentoya girdi, AKP tek başına iktidar olamadı. Bunun acısı kolay kolay çıkmaz mıydı? 29 Haziran 2015'te yapılan MGK toplantısından hemen sonra "çöktürme eylem planı" isimli bir plan devreye konuldu, buna geleceğim biraz sonra. 20 Temmuzda -2015'ten bahsediyorum- 33 genç kardeşimiz Suruç'ta canlı bombaların hedefi oldu. IŞİD'di, arkasında kimler vardı? 10 Ekim 2015 tarihinde ise on binlerce kişinin katıldığı "Savaşa inat, barış hemen şimdi" şiarıyla Ankara Garı'nda yapılan mitinge karşı canlı bomba saldırısında 103 kişi hayatını kaybetti. IŞİD'di, arkasında kimler vardı? Bunları konuştuk, konuşmaya devam edeceğiz. Arkasında devletin içinde odaklanmış çeşitli çetelerin ve karanlık isimlerin ve örgütlenmelerin olduğunu o gün de biliyorduk, bugün de biliyoruz.

Türkiye'de ne zaman üstü örtülen ya da faili gerçekten bulunamayan bir iş varsa arkasında mutlaka devletin içinde odaklanmış birileri ve birtakım karanlık çevreler vardır. Hep böyle oldu, burada da böyle oldu.

Şimdi, bunlara döneceğiz tekrardan ama kısa bir parantezle Kürt sorununun tarihselliğine değinmek istiyorum. Türkiye'nin en temel sorunu olan Kürt sorunu cumhuriyetin temellerine kadar inen yüzyıllık bir sorundur. Kürt sorunu iyi tanımlanmadığı müddetçe çözümü mümkün değildir. Kürt sorununun tanımı ise sorunun nasıl ortaya çıktığıyla ilişkilidir. Kürt sorunu, Kürtlerin kültürlerinin, ana dillerinin, kendilerinin inkârı; toplumsal gerçekliklerinin derinden bölünerek kendileri olmaktan çıkarılmaları, siyasi iradelerine ket vurulmasıdır. Kürt sorunu, devletlerin inkârcı yöntemlerle boyun eğmeye zorlaması, kendi kimliklerine dayalı bir varlık hâline gelmelerine fırsat ve yasal statü tanınmıyor olmasıdır. Kürtlerin, çağdaş eğitim araçları ve uygulamalarından mahrum bırakılmaları, tüm bu alanların bütünleşik uygulamalarıyla öz varlıkları ve kimliklerinin yok sayılmasıdır. İşte, bunlar Kürt sorununun temel bazı noktalarını oluşturmaktadır. Kısacası, Kürt sorunu, Kürtlerin kimliklerinin, kültürlerinin, ana dillerinin ve kolektif haklarının yok sayılması sorunudur. Hani "Kürt sorunu nedir?" diye soruyorsunuz ya; işte, budur tarihsel olarak baktığımızda. Kürt sorunu, bu bağlamda, aynı zamanda köklü bir demokrasi sorunudur. Demokratik olmayan tüm yaklaşımlar sorunu büyütmekten başka bir işe yaramamıştır.

Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana, yüz yıldır Kürt sorununa yönelik güvenlikçi yaklaşım çözümsüzlüğün temel nedeni olmuştur. Bu güvenlikçi politikalar belki uygulayan hükûmetlere ve bunun arkasında duran devlet aygıtına zaman kazandırmıştır. Baskıyla veya tasfiye ederek zaman kazanma anlayışıdır bu; bunun altını özellikle çiziyorum, özellikle, zaman kazanma anlayışıdır bu. Son derece sığ ve ertelemeci bir anlayıştır ama bu uygulamalar sadece zaman kazandırmıştır. Zaman ise sorunun çözümüne değil, çözümsüzlüğün büyümesine yol açmıştır ve cumhuriyet tarihi bu zincirleme reaksiyonun çok fazla örneğiyle doludur. Günümüzde de maalesef bu zaman kazanma geleneksel anlayışı, âdeta devletin bir kanadının stratejik yaklaşımı olarak devam etmektedir. Bugünden bahsediyorum, tarihten değil; HDP'ye yönelik kapatma davası, Kürt siyasileri yasaklı hâle getirerek tasfiye etme çabası, işte bu anlayışın tezahürüdür ve bu şekilde ülkenin bir yüzyılı daha ipotek altına alınmak istenmektedir. Ama özellikle belirtmek istiyorum ki ne bu yüzyıl teknolojik imkânlar nedeniyle haberleşme ve bilgi alışverişinin ve iletişimin gelişmişliği açısından geçmiş yüzyılla karşılaştırılabilir ne de Kürt halkının siyasi ve toplumsal örgütlenme ve mücadele anlayışı, birikimi ve geleneği geçmiş yüzyıla benzer; çok gelişmiştir.

Bu sorunun demokratik yöntemlerle çözümü devlet ve iktidarda bir zihniyet değişikliğiyle mümkündür

Peki, bu sorunun demokratik yol ve yöntemlerle çözümü mümkün değil midir? Mümkündür ama bunun için olması gereken, devlet yapısında ve iktidarda bir zihniyet değişikliğidir. Halkları ve inançları dışlayan tekçi yönetim anlayışı Kürt sorununu asla çözemez. Yüzyıldır tecrübe edilenin bu olduğu açıktır. Tekçi devlet anlayışı bu kadim toprakları bir kültürler ve halklar mezarlığına çeviren temel anlayış olarak karşımıza çıkmaktadır. Hukuk, eşitlik ve özgürlüğü hiçe sayan, baskıcı, halkları ve inançları karşı karşıya getiren devlet anlayışının milliyetçilik, mezhepçilik ve erkek egemen ideolojiyi kendisine kalkan ederek büyük yıkımlara ve felaketlere yol açtığı sadece Orta Doğu'da yaşananlar düşünüldüğünde bile açıkça ortadadır. Bu noktada, barışı ve kardeşliği yeniden inşa etmenin yolu halkların eşit ve özgür birlikteliğinden, gönüllülükten geçmektedir. Bu gerçekler ışığında bakıldığında Kürt sorunu, ülkenin kuruluş sürecinde yapılan hata ve yok saymalardan kaynaklı olarak günümüze kadar gelmiş, ağırlığını 90'lı yıllardan bu yana toplumsal, siyasal, ekonomik olarak hissettiren bir sorun olarak çözülmeyi beklemektedir.

Cumhuriyetin kuruluş yıllarında Türk halkıyla stratejik bir birlikteliği esas alarak ortak vatan idealini yaşatmak isteyen Kürtler, eşit haklar temelinde ortak yaşamı kabul etmiştir ancak bu birliktelik, 1924 Anayasası'yla tekçi ve katı ulus inşasının kurbanı olmuştur. Teklik üzerine inşa edilen ulus yaratma politikasının mağduru elbette sadece Kürtler olmamıştır. Bu tekçi ve baskıcı, toplumu homojenleştirici politikalardan diğer halklar, kültürler ve inançlar da nasibini almıştır, halklar ve inançlara özgür ve eşit bir yaşam hakkı tanınmamıştır. Bu tarihsel zulüm nedeniyle Kürtler, Lazlar, Boşnaklar, Araplar, Asuri, Süryani, Ermeni, Gürcü, Alevi, Hristiyan, Musevi, Arap, Çerkez, Türkmen, Mıhallemi, Ezidi, Romanlar gibi halklar ve kültürler ile İslami grup, cemaatler ve özellikle kadınlar büyük bir baskı cenderesi altına alınmıştır. Tarihin en ağır yıkımlarından birini yaşamış olan Kürt halkı ise kendisine uygulanan bu tarihsel kötülüklere karşı amansız bir mücadele vermekte, direnmekte ve bugün gelinen noktada her şeye rağmen demokratik, çoğulcu, eşitlikçi ve halkların birlikteliğini esas alan toplumsal bir arada yaşamda ısrar etmektedir. Bu son derece önemli bir özelliktir -dikkatinizi çekiyorum- bunu kavrayamayanlar sorunun demokratik çözümüne katkı sunamaz. Buraya "Çözüm nasıl olabilir?" bahsinde tekrar döneceğim.

Osmanlı Devleti'nden modern Türkiye'ye geçiş aşamasında Kürt sorunu iyice belirginleşmiştir. Osmanlı İmparatorluğu'nun ademimerkeziyetçi devlet yapısı ulus devlet merkezîleşmesiyle karşılaştırıldığında göreli de olsa faklı kimlik ve kültürlerin yaşam bulması açısından daha uygun şartlar sağlamıştır ancak İslami ümmet tasavvuru etrafında oluşan beylikler sisteminde, 16 yarı özerk Kürt beyliği bir süre sonra merkezileşme politikalarıyla beraber çatırdamaya başlamıştır. Cumhuriyet dönemi boyunca eşkıyalık, feodalizm, asayiş problemi, geri kalmışlık, modernizm karşıtlığı ve dış mihrakların oyunları şeklinde tanımlanan Kürt sorununa son dönemlerde de aynı karmaşık tanımların içinde net bir isim bulunamamaktadır ama bu kimi çevreler için geçerlidir. Son derece garip bir yaklaşımdır bu; bilgi ve empatiden uzak, ezberlere dayalı, aynı topraklar üzerinde yaşayanları anlama ve tanıma saygısından ve yaklaşımından uzaktır, kibirlidir, benmerkezcidir, üstün dil ve ırk anlayışına dayalıdır, eşitlik karşıtıdır; bugün bu sorunla karşı karşıyayız. İşte, "Kürt sorunu nedir?" diye soranlara bir kez daha söyleyelim, budur. Kibirli, benmerkezci, üstün dil ve ırk anlayışına dayalı eşitlik karşıtlığıdır esas itibarıyla. Kürt sorununun bugün net bir tanımının yapılamıyor olmasının temel sebebi resmî tarih tezleri ile reel tarih arasındaki derin farklılıktır. Tarihsel yaşanmışlıklar o kadar çarpıcıdır ki bunların anlatımı süre açısından mümkün değil ama özetle: Asimilasyoncu politikalarla birlikte inkâr ve imha siyaseti diyebiliriz bütün bu sürece. Örneğin, yakın tarihimizde 1990'lar son derece karanlık bir dönemdir. O yıllar boyunca Kürt sorununu şiddet temelinde ve güvenlikçi politikalarla çözme yöntemi askerin siyaset üzerindeki vesayetini güçlendirmiş ve orduyu siyasetin üzerinde bir konuma yerleştirmiştir. 1990'larda yoğun çıplak şiddet ve kontrgerilla faaliyetleri kullanılmıştır. Faili meçhuller, Hizbullah gibi yapıları canlı tutma işlevi görmüştür, 17 bin faili meçhulden söz edilmektedir ve bu Meclis çatısı altında Faili Meçhuller Araştırma Komisyonu bir rapor yayınlamıştır, tuğla kadar kalındır, okumanızı tavsiye ederim, daha evvel de söyledim. Çok açık ve net Kürt sorununun ne olduğunu o faili meçhuller raporunda, bu Meclis'in hazırladığı raporda görürsünüz.

Özellikle, 1992-1993 yıllarında Kürt sorununun militarizasyonunda bir eşik aşılmış, düşük yoğunluklu çatışma stratejisi çerçevesinde bölgede 1987'den beri devam eden OHAL yönetiminin yanı sıra formel-enformel ve legal-illegal bağlantılarıyla paramiliter bir makine inşa edilmiştir ve bu inşa edilmiş olan makine 1990'lı yıllarda Türkiye'nin batısına taşınmıştır.

Susurluk kazasını hatırlayalım. Susurluk kazasının içinden, o arabanın içinden çıkmış olan tabloyu hatırlayalım, ondan sonra ortaya saçılan gerçekleri hatırlayalım. 1980 ve sonrasına gidersek, bu zaman zarfında iktidara gelen hükûmetler Kürt sorununa tamamen güvenlik eksenli politikaların etkisi altında bakmışlardır. Toplumsal meşruiyetin terör ve beka parantezine alınarak sağlandığı güvenlikçi uygulamalar konsepti askerî vesayetin altında sorunun sivilleşmesine ve demokratik mekanizmaların işletilmesinin önündeki en büyük engele dönüşmüştür.

Öte yandan, bu sorun yaşanan ekonomik krizin de başlıca nedeni hâline gelmiştir çünkü çatışmalara harcanan parayla, savaşa ve silahlanmaya harcanan parayla, bunun ardına gizlenen yolsuzluk ve yozlaşma ekonomik krizi tetiklemiştir. Yüzlerce milyar dolardan, trilyon dolarlardan söz ediyorum. Buna ilişkin raporlar vardır, okumuşsunuzdur diye ümit ediyorum, okumadınızsa da okumanızda fayda var. Ortaya çıkan maliyet bütün topluma fatura edilerek yoksulluk, işsizlik, güvencesizlik, borçlanma, örgütsüzlük, nüfuslandırma, göç ve birçok sorun Kürt sorunundan bağımsızmış gibi olan bir sorun olarak sunulmuştur ama öyle değildir.

Kürt sorunu siyaset kurumunun önünde çözülmeyi beklemektedir

Lafı çok uzatmadan bir kez daha belirteyim ki Kürt sorunu siyaset kurumunun önünde çözülmeyi beklemektedir. Şiddetle çözülemeyeceği çok açık olan bu sorunun çözümünün tek yolu demokratik ve barışçı yol ve yöntemlerdir. Cumhurbaşkanı Erdoğan yani sizin Genel Başkanınız, ne demişti Diyarbakır'da yaptığı konuşmada? "Sorunun adını doğru koyalım, bu sorun Kürt sorunudur; sadece Kürtlerin değil, hepimizin sorunudur, bunu çözmek boynumuzun borcudur." demişti. Başka ne demişti? "Bu mesele sadece askerî tedbirlerle çözülebilecek bir mesele değildir. Bugün gelinen nokta muhasebe noktasıdır. Asıl büyük yanlışı yetki ve sorumluluğu elinde bulundurduğu hâlde yıllar yılı hamasetle idare edip sorunu görmezlikten gelen makam sahipleri yapmıştır." Unutmuşsunuzdur belki diye hatırlatıyorum, söyleyenler de unutmuş olabilir. Şimdi yaptıkları, işte o gün söylediklerinin aynısıdır. Durum aslında bu kadar açık ve net olmasına rağmen çözümsüzlükte ısrar edenler, bu ülkenin iyiliğini istemeyenlerdir. Sadece yakın tarihe baktığımızda bu çözümsüzlük siyasetinin ülkemizden neler götürdüğünü çok rahatlıkla görebiliriz.

Kürt sorununu çözebilseydik birçok toplumsal ve ekonomik sorunu daha rahat çözmüş olacaktık

Türkiye, demokratik diyalog ve barışçı çözüm yöntemiyle Kürt sorununu çözebilseydi, çatışma için harcanan paralar eşit ve adil bir ekonomi için harcanabilecek ve birçok toplumsal ekonomik sorunu daha kısa zaman içinde ve daha rahat bir şekilde çözmüş olacaktık. 2013 yılında başlayan çözüm süreci de bu nedenle son derece önemliydi ve tarihsel bir fırsattı. Çözüm sürecinin başlamasında temel amaç, Türkiye'nin demokratikleşmesi temelinde Kürt sorununun çözümü, özgürlükçü yeni bir anayasayla tüm Türkiye halklarının ve inançlarının dâhil olduğu demokratik ulus perspektifinde yeni bir düzenin inşası, halkların eşit bir hukuk temelinde bir arada yaşayacağı bir barış modelinin oluşturulmasıydı.

Hatırlatayım, çeşitli raporlar hazırlanmıştı; "Kürt sorunu ilerleme, sıçrama yapmak isteyen Türkiye'nin ayağında bağdır." söylemi bu raporlarda işleniyordu. Evet, çözülmemiş bir Kürt sorunu gerçekten bir bağdı. 1990'lı yıllarda yürütülen şiddet politikalarına atfen harcanan yüzlerce milyar, trilyon dolarlık maliyete, Türkiye'nin ve bölgenin başta hayvancılık, tarım, ticaret olmak üzere heba edilen ekonomik kaynaklarına ve insan kaynaklarına mal oldu; durum budur.

Barışı, müzakereyi, demokratik yol ve yöntemleri tercih dışı bırakan iktidar anlayışlarıyla Türkiye, geçmişten miras aldığı çözümsüzlük sonucu ortaya çıkan kayıpları geleceğe de bu anlayışla taşımaktadır ve maalesef bugün de aynı şey yapılmaktadır. İkinci yüzyılda Türkiye, demokratik cumhuriyetin kurulacağı ve barış içinde yaşatılacağı bir Türkiye olacak ise, en büyük anahtar Kürt sorununun demokratik yollarla çözümünün ivedilikle gerçekleştirilmesi olacaktır. Çözüm süreci işte bu nedenle önemliyi ama konuşarak, diyalogla, müzakere ederek, toplumsal uzlaşmayla bu sorunu çözmek isteyenler ile güvenlikçi politikaları ve uygulamaları benimsemiş olanlar arasındaki kapışma aslında çözüm sürecinin içinde de, sonrasında da sürdü ve bugün de sürüyor. Bu bağlamda iki önemli konuya değineceğim: Birincisi, çözüm süreci içindeki aktörlerin yargılanması ve mahkûm edilmesi meselesi; ikincisi, ünlü çöktürme planı.

Şu çok açık ve bunu defalarca tekrar ettik: Biz dün ne dediysek bugün de aynı zihniyetle davranıyoruz; barış, çözüm ve demokrasi, adalet, eşitlik tek çıkış noktamızdır. Aksi takdirde, yüzyıldır yaşadığımız bu trajedi tekrar edip duracak. Bugün burada veya medya önünde hamaset nutukları atan, bizim dışımızdaki birçok kişi çok değil, yedi-sekiz yıl önce çözüm sürecinin en önde gelen savunucularıydı; sizin iktidar sıralarınızda oturanlardan bahsediyorum.

Bugün bizi çözüm sürecinde kendilerinin de talep ettikleri müzakereleri yürüttüğümüz için suçlu ilan edenlere soruyoruz: Biz kendi kendimize mi bu süreci yürüttük? Nerede o valiler, askerler, MİT üyeleri, hükûmet yetkilileri, siyasiler? Neden hepiniz masa altına girdiniz? Masa yıkıldı, bunca ölüm ve yıkımdan sonra neyi çözdünüz? Bugünün tekçi iktidarı tıpkı 1990'ların aktörleri gibi karanlık ve suçla dolu bir tarihin parçası oldu ama biz yine aynı şeyleri başımız dik, alnımız açık savunuyoruz. Gerçek bir çözüm gerçekleştiğinde biz bedel ödemiş, onurlu bir ömürle çocuklarımıza ve torunlarımıza bugünleri anlatacağız. Sizler ne anlatacaksınız çok merak ediyoruz. Yapılan baskı ve zulmü anlatmayın, o baskı ve zulmün sorumlusu olduğunu anlatmayın; onur duyacağınız gelişmeleri anlatın diye biz mücadele ediyoruz aynı zamanda sizin için.

Çözüm sürecine tekrar dönelim. Aslında, HDP'yi kapatma davasından da Kobanî Kumpas Davasından da bildiğimiz, gördüğümüz bir gerçek var; hepsinde niyet ve hedef, çözüm sürecinin ve aktörlerinin, yapılanların yargılanması ve mahkûm edilmesidir. Şimdi, bu hedef HDP ve HDP'liler üzerinden sürdürülmektedir. Ancak niyet, daha geniş bir alanı kapsamaktadır ve bu niyet aslında çözüm sürecinde çeşitli defalar ortaya konulmuştu ve başarılı olunmamıştı; şimdi, yeniden ısıtılmaktadır.

Siyasal bir sorunu demokratik ve barışçı yollarla çözme çabası doğrudur

Öncelikle çok açık ve net bir şekilde, hiç eğip bükmeden, "ama" "fakat" demeden belirtelim ki çözüm sürecinde yapılan görüşme, temas ve açıklamalar yargılama konusu yapılamaz; biz bunları beyhude çabalar olarak gördük. Bizler o dönemde yapılanları yanlış bulmuyoruz. Elbette ki her müzakere sürecinde eksikler veya konjonktürel hatalar yapılır ve yapılmıştır da. Bunların değerlendirmesi ve öz eleştirisi elbette yapılabilir, bizler de bunu kısmen yapmışızdır ama bir bütün olarak diyalog, müzakere yoluyla, tarihsel ve toplumsal, siyasal bir sorunu demokratik ve barışçı yollarla çözme çabası doğrudur ve bunu söylemeye, savunmaya başımız dik bir biçimde devam edeceğiz.

Hatırlatalım ki kamuoyunda yaygın olarak "çözüm süreci" olarak isimlendirilen ve İmralı Adası'nda Abdullah Öcalan ile devlet yetkilileri arasında 16 Aralık 2012 tarihinde yapılan görüşmeyle başlatılıp bu çerçevede, yine İmralı Adası'nda 5 Nisan 2015 tarihinde Öcalan'la yapılan en son görüşmenin ardından sona erdirilmiş olan dönem, devlet tüzel kişiliği, kamu otoritesi adına hareket eden güvenlikle ilgili bazı kamu kurumlarının hazırladığı, seçilmiş siyasi irade olarak yürütme organının başlattığı ve ilerleyen dönemlerde yasama organının özel yasal düzenlemeler yapmak suretiyle onay verdiği bir süreçtir.

Tüm görüşmelere, HDP heyetlerinin yanı sıra istisnasız bir şekilde devlet tüzel kişiliğini temsilen kamu görevlileri de katılmışlardır. Dolayısıyla, HDP heyeti ile Öcalan arasında geçen tüm konuşma, diyalog ve değerlendirmeler, devleti temsil yetkisi ve göreviyle bu görüşmelerde yer alan resmî kamu görevlilerinin katılımıyla gerçekleştirilmiştir.

"Çözüm süreci çerçeve yasası" olarak da adlandırılan ve 10 Temmuz 2014 tarihinde kabul edilen ve yürürlüğe giren 6551 sayılı Yasa'yla bu süreç yasal dayanağa kavuşturulmuştur. 6551 sayılı Yasa'yla kurulan Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarlığı bu süreçte görev alacak tüm kamu kurumlarının koordine edilmesiyle görevlendirilmiştir. Arkasından bir Başbakanlık Genelgesi yayınlanmıştır, o da çözüm süreciyle ilgili bir başka düzenlemedir. Türkiye Büyük Millet Meclisinde yani burada, toplumsal barış yollarının araştırılması ve çözüm sürecinin değerlendirilmesi adıyla bir Meclis araştırma komisyonu kurulmuştur. Bu araştırma komisyonunun sekiz ayı bulan çalışmaları sonucunda hazırlanan nihai rapor kayıtlara geçmiştir, Meclis tutanaklarında vardır. Ayrıca, düzenlendiği tarihte kamuoyunda 4. Demokratikleşme Paketi olarak bilinen 2014 tarihli Temel Hak ve Hürriyetlerin Geliştirilmesi Amacıyla Çeşitli Kanunlarda Değişiklik Yapılmasına Dair Kanun'da çözüm süreci bağlamında bir dizi düzenleme hayata geçirilmiştir. Bunları hatırlamanız için kısaca belirtiyorum.

4 Nisan 2013 tarihinde Hükûmet tarafından, içlerinde akademisyen, aydın, yazar, sanatçı, gazeteci gibi Türkiye kamuoyunca tanınan kişilerden 63 kişilik Akil İnsanlar Heyeti oluşturulmuş, heyetin bölgelere göre belirlenen grupları Türkiye'nin bütün bölgelerine dağılarak çözüm sürecinin halka anlatılması amacıyla pek çok toplantı, panel, konferans gibi etkinlikler düzenlemiştir. Böylece, sürecin bir bütün olarak Türkiye toplumuna mal edilmesi amaçlanmıştır ve toplumun ezici bir çoğunluğunun yüzde 75-80 aralığında açık desteğinin sağlandığı görülmüştür.

Kürt sorununun çözümsüzlüğü nedeniyle çok uzun yıllardır süren şiddet döngüsünün kalıcı olarak sonlandırılabileceği ihtimali, çözüm sürecinin toplumun büyük çoğunluğunda kabul görmesini sağlamıştır. Biraz evvel bu süreçte gerçekleştirilen ve aradan geçen süreye rağmen güncelliğini ve önemini korumaya devam eden sürecin tüm taraflarının katılımıyla düzenlenen bir toplantıyla kamuoyuna açıklanan Dolmabahçe Mutabakatı'ndan söz etmiştim. 28 Şubat 2015 tarihinde İstanbul Dolmabahçe Sarayı'nda Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan, İçişleri Bakanı Efkan Ala, AKP Grup Başkan Vekillerinden Mahir Ünal ve Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarı Muhammed Dervişoğlu ile HDP milletvekilleri -o dönem- Pervin Buldan, İdris Baluken ve Sırrı Süreyya Önder'den oluşan bir heyetin katılımıyla size okuduğum, yazılı ve görsel medya aracılığıyla da kamuoyuyla paylaşılan resmî açıklama yapılmıştır. Şimdi, bu yapılan görüşmeler, temaslar, faaliyetlerin icraatları... Sonucu ne olursa olsun, bir dönemde kamu otoriteleriyle koordinasyon içerisinde yürütülen faaliyetlerin başka bir dönem yargılama konusu yapılması başlı başına üzerinde durulması gereken, son derece ciddi ve ağır bir sorun oluşturmaktadır. Niteliği ne olursa olsun, sonuçta kamu tüzel kişiliğinin toplamını temsil eden bu devletlerin hükûmetleri de aşan kendine özgü istikrarlı bir çizgisi ve tutarlılığı olması gerektiğini belirtmek yerinde olacaktır.

Hukuk ve yargı kurumlarının, özellikle de yüksek yargı organı olarak Anayasa Mahkemesinin HDP'yi kapatma davası nedeniyle de konunun bu yönünün ayrıca değerlendirilmesi gerektiğini çok açık biçimde söylüyoruz. Bu konuya tekrar döneceğim.

Kürt sorunu gibi Türkiye'nin çok katmanlı ve en önemli siyasal sorununun barışçıl yollarla çözümü için görev alan kişilerin bu şekilde suçlanması, önümüzdeki yıllarda benzer veya farklı yöntemlerle geliştirilecek bir sürecin tehlikeye atılması ve hatta şimdiden tümüyle imkânsız hâle getirilmesi anlamına gelecektir, zaten çabanın nedeni de budur. Devletin içinde odaklanmış olan, güvenlikçi politikaları esas alan o grubun, o odağın hedefi de budur esas itibarıyla. Daha da önemlisi, özel bir yasayla her türlü sorumluluktan muaf olunacağı düzenlendiği hâlde kişi ve/veya kurumların bu şekilde suçlanarak yargılanıyor olmaları âdeta devlet eliyle tuzağa çekildikleri anlamına gelecektir, yaşanan maalesef budur.

HDP, demokratik siyasetin tüm siyasal ve toplumsal sorunlar için gerçek bir çözüm zemini olduğunu, bu çerçevede demokratik uzlaşının sağlanmasında diyalog ve müzakere yürütmeyi kalıcı çözümler için yegâne yöntem olarak benimsediğini her fırsatta dile getiren bir partidir. Kürt sorunu gibi tarihsel boyutları da olan bütün yapısal, siyasal sorunların demokratik bir zeminde tüm taraflarıyla tartışılarak demokrasi, hukuk devleti ve temel insan hak ve özgürlüklerine uygun bir çözüm bulunmasını esasen HDP'nin temel çıkış noktalarından biri olarak tanımlamak mümkündür. Bu nedenle HDP, çözüm sürecinin kuruluşundan itibaren savunduğu temel siyasal yaklaşım ve ilkeler gereği sürecin başarıya ulaştırılması için üzerine çok önemli tarihsel bir sorumluluğun yüklendiği bilinciyle yaklaşmıştır. Dar ve katı ideolojik angajmanı bulunmayan, sağduyulu ve objektif bakabilen vicdan sahibi her bireyin de kabul edebileceği gibi çözüm süreci Türkiye'nin en katmanlı siyasal sorunu olan Kürk meselesinde son kırk yıllık dönemde birçok acıya ve kayba yol açan çatışmalı sürecin sona erdirilmesi adına bütün bir cumhuriyet tarihinin en kapsamlı girişimi olarak siyasal tarihteki yerini almış durumdadır.

Başka pek çok nedenin yanı sıra, dönemin siyasi iktidarının yani sizlerin sorunun tarihsel önemiyle siyasal ağırlığına uygun sorumlulukla hareket etmek yerine, güncel siyasetin dar kalıpları içerisinde iktidarının devamını sağlamak amacıyla seçimlerde güç devşirmeye, mevcut gücünü konsolide etmeye yönelik taktiksel, pragmatik tutumunuz nedeniyle sona erdirilmiş olması, çözüm sürecinin kesinlikle tarihi değerdeki önemini ortadan kaldırmamıştır; o, sizin dar bakışlı davranışlarınızdı ve sonunda bugüne gelindi.

HDP'nin bütün kurullarınca Kürt sorunu başta olmak üzere siyasal, toplumsal sorunların müzakere edilerek nihai bir çözüme kavuşturulmasında tarihî bir fırsat olarak görülen çözüm sürecinin akamete uğratılamadan devam ettirilmesi için istikrarlı ve kararlı bir tutum benimsenmiştir; bizim politik varoluşumuz ve politik hedefimiz esas olarak budur. Yalnızca HDP seçmenlerinin büyük çoğunluğunu oluşturan Kürt halkı açısından değil, Türkiye'de yaşayan bütün halkların demokratik bütünlüğü için ve hatta olumlu sonuçlanması durumunda bölge halkları açısından da barış içinde ortak bir yaşamı sağlayabilecek bir sürecin yargılama konusu yapılması evrensel hukuka, barışa, adalet idealine ve toplumun demokratik değerlerine açıkça aykırıdır. Ne yazık ki bütün çabalar bu yargılama ve mahkûm etme üzerine yoğunlaşmıştır, bunu görüyoruz. Nasıl ve neden akamete uğramış olursa olsun HDP, çözüm sürecinin parçası olmaktan onur duymuştur ve duymaktadır.

Şimdi, biraz evvel değindik; 6551 sayılı Yasa'yla birlikte bu sürecin yürütülmesinin hukuki ve yasal dayanakları düzenlendi. Bunun gerekçelerine, yasa maddelerine ve gerekçe maddelerine baktığımızda, burada bu yasanın gerekçelerinde ve maddelerinde çok açık bir biçimde bunlar görülmektedir; sorumluluk kimdedir, yürütülen süreçte devletin katkısı ve payı nedir ve neden dolayı bu yasa çıkarılmıştır, bunların hepsi çok açık bir biçimde görülmektedir; bütün maddelerde, fıkralarda bu açıkça böyledir.

Yasanın anılan hükümleri ve gerekçeleriyle birlikte tüm kapsamı göz önünde bulundurulduğunda, bu dönemde yapılanların yargılama konusu yapılamayacağını söyledik. O dönemde çekilmiş olan fotolar ve yapılmış olan ziyaretler de aynı şekildedir ama tekrar belirtelim, biraz evvel de söyledim, bugün İletişim Başkanlığı ve bugünkü İçişleri Bakanlığı bu konuda tam tersi bir tutumu belirlemiştir, hem Kobanî Kumpas Davasında hem kapatma davasıyla ilgili yaptıkları çalışmalarda bunları çok açık bir biçimde kullanmışlardır.

Aynı şekilde, kapatma davası iddianamesini hazırlayan Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı da Kobanî Kumpas Davası iddianamesini hazırlayan savcılık da aynı tutumun devamcısıdır yani her iki temel davada da çözüm süreci yargılanmaktadır aslında. Yani devlet ve kurumları Kürt siyasetçilerine tuzak kurmuştur açıkçası. Bir devlet yurttaşlarına tuzak kurar mı? Bu soru artık Türkiye'de abes hâle gelmiştir, cevabı net ve açıktır; kurmuştur. Bu sözünü ettiğimiz davalar ilk girişim de değildir; çözüm süreci sırasında da bu tür girişimlerde bulunulmuştur, 2 kez başvuruda bulunulmuştur çözüm süreciyle ilgili olarak kimi odaklar ve bu başvurularda bu süreçte yer alan kamu görevlileri ve tüm ilgililer hakkında ülke bütünlüğünü bozmak, örgüt propagandası yapmak ve benzeri nedenlerle şikâyette bulunmuşlardır. Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı kovuşturmaya yer olmadığına karar vermiştir. Sonra bir kez daha başvuru yapılmıştır çözüm süreci sürerken o süreci engellemek için. AKP'nin tüm yöneticileri ve dönemin Başbakanı ile geçmişte bu görevde bulunmuş MİT Müsteşarı Hakan Fidan ve Öcalan ile İmralı heyetinde yer alan HDP vekiller dâhil, tüm kişiler aleyhine örgüt yöneticiliği, çocukları özgürlüğünden yoksun kılmak ve devletin birliğiyle, ülkünün bütünlüğünü bozmak iddiasıyla suç duyurusu yapılmıştır. Yine, Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı kovuşturmaya yer yok kararı vermiştir. Yani bu girişimler şimdi değildir, o zaman da yapılmıştır; şimdi HDP üzerinden yapılmaktadır ve ilk girişimler sonuçlanmamıştır, çözüm sürecinin suçlama ve yargılama konusu yapılmaması gerektiği, bu şekilde yargı makamlarınca kesin olarak karara bağlanmıştır ama bu girişimler durmamıştır.

Kapatma davası ve Kobanî Kumpas Davasında çözüm sürecinde yapılan görüşme ve temaslar, yazılı ve sözlü açıklamalarla HDP'nin bu süreçteki tüm faaliyetlerinin suçlama konusu yapılması devam etmiştir. Söylediğim gibi, İletişim Başkanlığı ve İçişleri Bakanlığı yani bugünkü iktidarın bu parçaları bu girişimlerin parçası olmuştur, doğrudan doğruya odağı olmuştur.

Bilindiği gibi hukuk düzeninin en önemli göstergelerinden biri, kişi özgürlüğü ile güvenliğinin sağlanmasıdır. Bireylerin kamu otoritesi tarafından günün birinde keyfî olarak suçlanmayacağına dair güveni sağlanmadan hukuk düzeni ve devletinden söz edilemez. Tüm bu belirtilenler, elbette hukukun üstünlüğünün, demokratik işleyişlerin olduğu ülkeler için geçerlidir ve Türkiye için böyle bir şey söz konusu değildir. İşte çözüm sürecinin HDP üzerinden bir kez daha yargılanmaya çalışılması da Kürt sorunudur; hani "Kürt sorununun nedir?" diye soranlara söylüyorum.

Çöktürme planının içinde hukuk ve insan hakları yoktur

Peki, çözüm süreci boyunca görüşmeler sürmekte iken aynı zamanda devletin ve iktidarın bir kanadının veya tamamının ayrı bir plan hazırlığında olduğu ortaya çıkmıştır, buna ne diyeceğiz? Çöktürme planından söz ediyorum. Buna göre Adalet ve Kalkınma Partisi Hükûmeti eliyle Eylül 2014'te Kamu Düzeni ve Güvenliği Müsteşarlığınca hazırlanarak Genelkurmay Başkanlığına sunulan ve Genelkurmay Strateji Plan Dairesi Strateji Şube Müdürlüğünün "çöktürme planı" adını verdiği gizli ibareli eylem planından söz ediyorum. Bizler defalarca dile getirdik, dönemin Başbakanından İçişleri Bakanına kadar Hükûmetin tüm yetkililerine resmî yollardan sorduk ancak bu planla ilgili detaylar her defasında yanıtsız bırakıldı ancak çözüm sürecinin bitirilmesi sonrasında yaşananlar aslında bu planın devreye konulduğunun ve Kürt sorununun çözümüne karşı hâlen de devrede olduğunun çok açık göstergeleridir. Bu planın içinde hukuk yoktur, demokrasi ve evrensel insan hak ve özgürlükleri yoktur, evrensel hukuk ilkeleri yoktur, Türkiye'nin imzalamış olduğu uluslararası demokratik sözleşmeler yoktur; bu planın içinde 2015'ten bu yana yaşadığımız bütün zulümler, hukuksuzluklar vardır, hepsi bu plan dâhilinde gerçekleşmiştir ve hâlen de gerçekleşmektedir. Tam bir siyasi kırım planıdır. Hukuksuzluk, zulüm bu planın temel anlayışıdır; ırkçılık bu planın temel anlayışıdır. Kent ablukaları döneminde yaşananlar, sınırlar içinde ve ötesinde yürütülen operasyonlar; yerel yöneticilerin, vali, kaymakam ve üst rütbeli askerlerin siyasetçilerle temasının kesilmesi ve etkilerinin azaltılması; televizyonlar, radyolar, gazeteler gibi medya alanında yapılan yasaklamalar, basın faaliyetlerinin engellenmesi ve gazetecilerin tutuklanması, yerleşkelere giriş ve çıkışların kapatılması veya sıkı denetimi ve buna benzer birçok adımın ve uygulamanın bu plan dâhilinde ve hukuksuz biçimde yürütüldüğü çok açıktır.

İlginç bir detaya da değinmek istiyorum, daha evvel de burada dile getirmiştik ama size bunu bir kez daha söylemek istiyoruz. Bu işlerin yani 2014 sonunda hazırlanmış olan ve 2015 Haziranıyla birlikte uygulamaya konulmuş olan çöktürme planından söz ediyorum. Bu işlerin emirlerini verenlerin ve uygulayanların, özellikle kent ablukaları döneminde önemli bir kısmının; insanların öldürülmesine, katledilmesine, bodrumlarda yakılmasına neden olanların önemli bir kısmının 15 Temmuz darbe girişiminden sonra tutuklanması, yargılanması ve ceza alması ise son derece önemli bir detaydır. Bunların bir kısmı üst düzey ve bölgesel general, rütbeli askerî komutanlar olarak Meclis'in bombalanması dâhil olmak üzere pek çok suçla ilişkilendirilmiştir. Bunun hesabını vermediniz hâlâ. Bunların konuşulmas

  Kaynak: www.mansethaber.com
  YORUMLAR 0 Yorum YORUM YAP
Bu Haber'e ilk yorum yapan siz olun.
  FACEBOOK YORUM
Yorum
  DİĞER GÜNDEM Haberleri
HABER ARŞİVİ
Tüm Anketler
Web sitemize nasıl ulaştınız?
BİZİ TAKİP EDİN
  • YUKARI